top of page

        Çağın Karanlık Romanları ve Yüzleşmeler: Distopik Roman

Erinç BÜYÜKAŞIK

Distopya edebiyatı, insan ruhunun en karanlık köşelerini aydınlatan bir fener gibi; bizi hem bugüne hem de geleceğe karşı uyarıyor. Peki, bu karanlık ayna bize ne gösteriyor? Orwell, Atwood, London… Hepsi farklı dünyalar kurarak aynı soruyu soruyor: "Özgürlük gerçekten ne kadar özgür?"

Margaret Atwood’un Damızlık Kızın Öyküsü, totaliter bir rejimin kadınları nasıl sistematik bir şekilde köleleştirdiğini anlatırken, içimizi titretir. Gilead'da kadınlar, yalnızca birer üreme aracı olarak görülür ve bireysel kimlikleri yok edilir. Bu distopik dünya, Atwood’un feminist bakış açısıyla güçlendirilmiş, bizlere kadınların bedenleri üzerinden kurulan iktidarın tehlikelerini hatırlatıyor. Ancak Ahitler ile bu hikâye bitmiyor; aksine, Gilead’ın karanlık köşelerine daha derinlemesine iniyoruz. Peki, bu karanlık gerçekten sadece bir kurgu mu, yoksa dünyamızda yankıları duyulmaya devam eden bir gerçek mi?

    Orwell’in 1984’ü, Büyük Birader’in gölgesinde yaşanan ve boğulmuş hayatları gözler önüne serer. Burada bireylerin özgürlükleri, düşünceleri, hatta gerçeklik algıları bile devletin elindedir. Büyük Birader, Orwell’in zihninden çıkıp bizim dünyamızda da farklı şekillerde hayat buluyor. Her an izleniyor olmanın, gerçekliğin sürekli yeniden yazılmasının dehşeti, Orwell’in eserini sadece bir edebi eser olmaktan çıkarıyor; bir uyarı manifestosu haline getiriyor. Demir Ökçe ile Jack London, distopya edebiyatının belki de en sert ve gerçekçi eleştirisini yapıyor. London, sosyalizm ve kapitalizm çatışması üzerinden, sınıf mücadelesinin nasıl bir geleceğe dönüşebileceğini gösteriyor. Ernst’in devrimci mücadelesi, bugün hâlâ yankı buluyor. Demir Ökçe’nin altında ezilmek mi, yoksa başkaldırmak mı? London’ın distopyası, sadece geleceğe dair bir kâbus değil, bugünün sınıfsal gerilimlerinin bir yansıması.

    Türk edebiyatında ise Orhan Duru’nun Yoksullar Geliyor adlı öykü kitabı, türün sınırlarını zorlayan bir başka yapı taşı. Bilim kurgu ögeleriyle süslenmiş bu öyküler, aslında modern Türkiye’nin toplumsal yapısına dair keskin bir eleştiri. Yoksulluk, adaletsizlik ve toplumun geleceği üzerine kurulan bu anlatılar, bir yandan da bizim distopik gerçekliğimize ayna tutarken Mehmet Sağbaş’ın Barbar Yeni Dünya adlı eseri, kapitalist ve sömürgeci toplumların çarpışmasını anlatırken, halkların düşünme yetisinin nasıl ellerinden alındığını gözler önüne seriyor. Sağbaş’ın kalemi, okuru tokat gibi çarpıyor; bu barbarlık bizim geleceğimiz mi? Yoksa bugünün ta kendisi mi? Şana ve Prens Kian’ın mücadelesi, sadece bir kurgu değil; modern dünyanın çelişkileriyle yüzleşmemizi sağlayan bir alegori.

    Zühtü Bayar’ın Sahte Uygarlık’ı ise insan doğasına dair keskin bir soru soruyor: Köleleştirilmek, gerçekten de uzak bir olasılık mı? Bayar’ın galaksinin bilinmeyen köşelerinden gelen istilacı ırkı, aslında modern toplumların içinde yaşanan köleliğin bir metaforu. Peki, bu kölelikten kurtulmanın yolu nedir? Orion Nebulasında gizlenen gerilla grubunun mücadelesi mi, yoksa kendi zihinlerimizdeki prangalardan kurtulmak mı?  Üzerinde konuştuğumuz bu metinler, sadece karanlık bir gelecek tasviri değil. Aynı zamanda bugünün dünyasına yönelik keskin eleştiriler ve uyarılar. Yitik Öyküler Kitabı’ndaki felaket sonrası İstanbul'dan, Relorya’nın 2074 yılına kadar, distopya edebiyatı bize tek bir gerçeği hatırlatıyor: Gelecek, bizim seçimlerimizin bir yansıması olacak. Peki, bu geleceği nasıl şekillendireceğiz? Bu sorunun cevabını bulmak, belki de distopyanın en büyük meydan okuması.

    Bu eserler, yalnızca dehşet ve umutsuzluk sunmuyor. Aynı zamanda birer direniş çağrısı, birer uyanış manifestosu. Geleceği kabullenmek zorunda değiliz. Orwell, Atwood, London, Duru, Sağbaş, Bayar ve diğerleri bize şunu gösteriyor: Direnmek mümkün. Geleceği yeniden yazmak, bizim elimizde. Ama bunun için önce bugünün karanlık yüzüne cesaretle bakabilmemiz gerekiyor. Bu distopyaların gösterdiği tek bir şey var: Gerçeklik, bizim inandıklarımızdan çok daha fazlası. Ve gelecek, her zaman elimizde.

    Distopya edebiyatı, sadece karanlık dünyalar tasvir etmekle kalmaz, aynı zamanda bugünün aynasında yarının çarpık yüzünü göstermeyi amaçlar. George Orwell’in 1984’ü ile Margaret Atwood’un Damızlık Kızın Öyküsü, totaliter rejimlerin birey üzerinde bıraktığı silinmez izleri, insan ruhunun en derin yaralarını açığa çıkarır. Orwell’in distopyasında, Büyük Birader’in gölgesinde düşünce özgürlüğü buharlaşır; gerçeklik, devletin çıkarları doğrultusunda yeniden yazılan bir metinden ibaret hale gelir. Bu dünya, hakikatin nasıl manipüle edilebileceğine dair bir uyarı niteliği taşır. Atwood ise, kadınların bedenlerinin ve zihinlerinin kontrol altına alındığı bir cehennemi betimler. Damızlık Kızın Öyküsü'nde, kadınlar yalnızca üreme araçları olarak görülür ve bu durum, feminist bir başkaldırı için gereken kıvılcımı ateşler. Her iki eser de, bireyin özgürlük mücadelesinin ne denli zorlayıcı ve hayati olduğunu gösterir.

    Öte yandan, J. G. Ballard’ın Öteki Dünyası ve Zülfü Livaneli’nin Son Ada romanları, modern toplumların tüketim çılgınlıkları ve ekolojik yıkımları üzerinden geniş kapsamlı bir eleştiri sunar. Öteki Dünyası, alışveriş merkezlerinin kutsal mabetler haline geldiği bir dünyada, tüketimin insanları nasıl köleleştirdiğini ve bireylerin bu sistemin mekanik bir parçası haline nasıl geldiklerini gözler önüne serer. Bu bağlamda, Ballard’ın eseri, kapitalizmin insan doğasını nasıl körelttiğine dair keskin bir eleştiri olarak karşımıza çıkar. Livaneli’nin Son Ada'sı ise, bir diktatörün gelişiyle ekolojik dengeleri alt üst edilen bir adada yaşanan trajediyi anlatır. Roman, doğa ve insan arasındaki hassas dengeyi bozmanın toplumsal yapıyı nasıl parçaladığını gösterir. Livaneli, toplumsal dayanışmanın önemine ve baskıcı rejimlere karşı verilen mücadelenin hayati gerekliliğine vurgu yapar.

    Orwell, Atwood, Ballard ve Livaneli vb. yazarlar,  distopya türünün farklı yönlerini ele alarak bireylerin ve toplumların nasıl kontrol altına alındığını, özgürlüğün nasıl yok edildiğini ve bu süreçlerde verilen mücadelelerin nasıl şekillendiğini gösterir. Distopya, yalnızca bir uyarı değil, aynı zamanda bugünün dünyasında var olan sorunlara dair güçlü bir eleştiridir. Bu eserler, dehşet uyandırmanın ötesine geçer; bireyleri ve toplumları bilinçli olmaya, sorgulamaya ve direnmeye teşvik eder. Distopya edebiyatı, geleceğe dair umut ve direnç inşa etmek için vazgeçilmez bir yol haritası sunar bizlere bir şekilde.

Öyküler ve Özgür Metinler

Edebiyat ve Sanat Yazıları

Cloud.jpg

Beden  Yazısı

Sezai SARIOĞLU

 -40.jpg

        Koskoca Müdür

Gonca BORÇA

Cloud.jpg

    Ayrılık

Emine AYDOĞDU

memories.jpg

Sararmış Bir Fotoğraf ve Altı Çizili Kelimeler

Fatma ALTUN

bottom of page