
sanat,edebiyat, kurmaca, sanat, eleştiri
Havva AĞRAL

Miskinler yine Miraç Bey’in peşindeydi. Birinin adı Avrupalı İbrahim’di. Sonradan çok sefalete düştü, ne üzerindeki takım elbisesi ne de Avrupalılığı kaldı. Gün geçtikçe yağdan parlayan takım elbisesi gibi Avrupalılığı da soldu gitti. Karşıdan kızı gelse tanımazdı. Kardeşi Şerefe Hasan, ağabeyine inat sarışındı. Gerçekten kardeş miydi bunlar diye düşünülecek kadar benzemezlerdi birbirlerine. Kısaca Avrupalı kardeşler mahallenin başının belasıydı. Daha önce eski lakabı Şerefsiz Hasan, bu lakap üzerine çok kavga çıkardığından artık Şerefe Hasan olarak seslenilirdi.
Bazen de Şerrrefe! diye Şerefsize yakın tutarak söylüyordu mahalleli bu lakabı. Tarık Bey, alt balkondan tüm bu patırtıyı izledi. Sonra içeri geçip insanları düşünmeye koyuldu. İnsan, bir şeylerin bozulmasından da haz alıyor. Vakitlerini donuk bir şekilde, sadece bir şeyler izleyerek öylece harcayıp geçebiliyorlar. Tuhaftır, kendisi mecbur kaldığı bu serüvenden bile haz almayı öğrenmişti. İnsanlar günlerce dişlerinin sararmasını aynada izler, günlerce duş almayıp, kendine has vücut kokularını içlerine çeke çeke yaşarlar. Yanlarından geçemezsiniz. Bedenindeki temizliği bozup çürük et gibi kokana kadar yaşayanlar. Bu kardeşler mesela. Düzenlerini, sonra da bedenlerini bozarken, dışarıya “Beni böyle gör, böyle de kabul et” bakışları fırlatan iki kardeş. Babalarının, çocukken döve döve rakı içirdiği, ama babalarına inat bir düzen kurmaya çalıştıkları hayatlarını, alkol ile yine de bozan bu kardeşler, kendi babalarının tekrarı olmaktan haz mı duyarlar? Kendilerini lime lime harcarken etraflarına da saygısız ve kayıtsızdırlar. Tarık Bey kendisini de düşündü.
Arka bahçede akşamsefalarını ve akasya fidanlarının önce yapraklarını hırsla yolup, sonunda söküp atarken, düzenli yaşam formlarını nasıl bozduğunu, yok ettiğini düşündü. Her şeyin bozulduğu bu yeni serüvende, nizami akşamsefalarına yer yok. İçindeki anlamsız öfkeye, yeni bir misafir gibi kalbinde yer açıyordu. Öğle saati akşam gibi oluverdi. Sabahtan beri sadece kabuğuna çekilmeyi düşünüyordu. İnsanların günlük kıyametleri onu ilgilendirmiyordu. Kendi bozgunlarını kendilerine yaşatan insanlara üzülmese daha iyi ederdi. Kabuğuna çekilmenin bir sınırı var mı? Kabuğunda bile boşluklar bırakacak kadar tüm varlığını küçülterek çekilmek. Etrafından yara kabuğu gibi kalın deriden bir örtü düşündü. Kabukta potluklar ve kırış kırış bir elbise gibi. Kendi silikliğinin kokusunu duymak gibi. Gök gürlüyordu. Havada yüksek bir gerilim vardı. Şiddetli sesler duyuluyordu. Dar bir kapanın havasızlığında, kendine dönük hayal perdesinden nefes çekmeyi düşledi. Bozgunlar, kabuklar birbirine çarpıyor dışarıda. Ne tuhaf ilişkileri var insanların. Sömürüyü bilse de, kandırılsa da aynı kişiler, konforun yağlı katmanında aynı yılışık merhabalar, yağmurdan kaçıyor, kendi bozgunlarına siniyorlardı. Orada yine bir şeyleri kaptırmanın, bozgunun huzurunu, yalandan öfkesini seviyor gibiydiler.
Bazılarının çığlıkları, bıkkınlıkları gerçektir.
Miskinler alışkındır tekkesine, yorgundurlar ve yenilikleri göze almaya niyetleri yoktur. Kendi tinselliğinde şeffaf bir ayna arandı Tarık, saçlarını darmadağın, gözlerinin altını mor bulmak istemiyordu. Oğlunun isteklerini karşılayamayan bir baba, aşağıya doğru bir çekilme. Artık zengin baba yok. Ama bu aynalarda da uyuşuk bir sokağa bakıyordu. Mesnetsiz, meskensiz hayaller ve silüetler amaçsızca oturmuş, dükkân önlerine tabure atmış, boşluk konuşuyorlardı. Hiçlik içiyorlar, masumiyetleri bozup sarıp tüttürüyorlardı. Köpekler ulumaya başladı. Daha sık şimşekler çakıyordu. Tarık başını uzatıp bakmıyordu bile. Belki miskinleri sel götürmüştür. Belki Miraç Hoca nihayet niyetlerini yıkamış, eski tamburunun akordunu düzeltmiş, yeni besteler yapıyordur. Belki arabesk rap denilen şu zımbırtıyı yıkar bu sular. Müziklerin ve kulakların içini dışını yıkayan bir yağmur olsa, bu kıyametten başka bir beste türeseydi. Bıçkın küfürler de çamurlu sulara batıp kalacaktır. Gün ışıyınca doğa küffarı da bağrına basacaktır. Tabi ya, bütün bozgunlar doğanın bağrına dönme arzusu olmalıydı.
Kendi düşsel beklentisi kendinde yankı bulmuş, sebepsiz sevinçle balkonu gören pencereye yöneldi. O ara telefon çaldı. Oğluyla konuşurken sesinin yarı uykulu haline şaşırdı. Hâlbuki uyku uğramamıştı bugün. Belki tansiyon diye düşündü. Oğlu gönderdiği para için teşekkür etti. “Sen nasıl idare edeceksin?” diye soruyordu. “Biraz zor ama imkânsız değil,” dedi Tarık. Uzun zamandır oğlunun hep bir şekilde idare ettiğinin farkındaydı. Zorlanışlı bir konuşma haliydi. Yağmur sıkıntısı kafasının içinde ağırlık mı yapıyordu? Neyim var? Epeyce üzüntülü, kırgın telefonu kapattı. Tansiyonunun düştüğünü hissediyordu. Gözleri karardı. Aman tanrım o da ne? Nasıl bir şey bu Avrupalı İbrahim ve Şerefe Hasan kardeşler sırıtarak balkona doğru bakıyorlardı. Ama ne tuhaf! Hiç kıpırdamıyorlardı. Balkonun karolarına baktı. Su içindeydi. Balkona yağmur dolduracak kadar şiddetli bir yağmur ne zamandır yağmıyordu.
Havada tuhaf bir şey sezinliyordu. Sanki hava ses olmuş, bir cızırtı vardı. Ve mahallede herkes donmuştu. Köpek dehşet içinde kalmıştı. Tüyleri tek tek ayaktaydı ve artık ulumuyordu. Ama ağzından bir şeyler akıyor gibiydi. Elini balkon demirine değdirdiği an anladı ki tüm sokağı elektrik akımı kaplamıştı. Bu insanlar, o köpek, bütün mahalle elektriğe kapılmıştı. Ve bir an sıçradığında tüm bunların bir kabus, bir halüsinasyon olduğunu anladı. Sırıtan Avrupalı kardeşler, gözleri yuvalarından fırlamış kanıyordu. Ama değilmiş. Ayakta rüya görmek ama niye? Kendine gelmeye çalıştı. Sessizlikte oturuyordu öylece. Hava kararıyor muydu? Saat kaçtı? Ayağa kalksa yeniden bir başka düşün içine düşer miydi? Bu miskinler mahallesinde neyin kıyametine düştü? Miraç Hoca’yı arasam mı diye geçirdi aklından.

Bünyamin DURALİ
“Bu kez incelik olsun diye sözü açmak gereğini duyarak, ne iş yaptığını sordum.-Tülsü’yü seviyorum, dedi. Sorumu yanlış anlamış olmalıydı. İşinizi sormuştum, dedim.-Ben de söyledim, dedi, benim işim Tülsü’yü sevmek…”
Aziz Nesin’in bir öyküsünde (1) geçiyor yukarıdaki diyalog. Adama soruyorlar: Ne iş yaparsınız, diye. O da cevaplıyor: Tülsü’yü seviyorum. Soran kişi şaşırıyor hâliyle (Birini sevmek, iş midir ki?) Yineliyor: İşinizi sormuştum. Gâyet güvenli bir cevap tekrar: Ben de söyledim, benim işim Tülsü’yü sevmek…
O öyküdeki konuşma akışını alınız, gündelik yaşamınıza taşıyınız bakalım. Ne dur-duraksız tepkilerle karşılaşacaksınız kimbilir. Size işinizi sorduklarında, yüreğiniz yetiyorsa/ elveriyorsa, “sevdalanmaktan başka işte çalışamam ben…” deyin de, görün bir, soranda bed-beniz kalıyor mu? Eşekten düşmüş karpuza dönmüyor mu o kişinin suratı, deneyin. Orada kalsa iyi. “Avanak herif, sana işini soruyorum, kimi sevdiğini değil” tarzında kükreyerek, hakarete bile yeltenebilir bazıları. “Canımın içi, birini sevmek iş değil mi?” demeye kalkışmayın sakın, dünyanın kaç bucak olduğunu keşfettirirler sonra.
Size, işiniz nedir (iş dedikleri de: artı-değer üretmeye dayalı bir etkinlik olsa bâri, para kazanma ameliyesidir düpedüz; kazan da nasıl kazanırsan kazan!) diye sorarlarsa; tüccarım, talkşovcuyum, mühendisim, simitçiyim, aşçıyım, öğretmenim.. dahası: medyumum, tarot falcısıyım, topçuyum, popçuyum” deme hakkınızı sonuna değin kullanabilir; ne var, birini sevmeyi iş bellediğinizi dile getiremezsiniz. Böylesine nettir. Ben belki abartıyorum, meydan dayağı yemezsiniz, yüzünüzü-gözünüzü çarşamba çanağına çevirmeyebilirler; ama emîn olun ki, “Orta Zekâlılar Cenneti”(2)nin gılmanları ve hûrileri, yüzünüze acıyarak bakacaklardır en azından. Vah vah, iyileşemeyecek kertede üşütmüşsün sen, diyerek hem de. Bir bitimsiz ağlatı konusudur bu…
Peki, biz bu noktaya nasıl yuvarlandık? Başı-sonu belirsiz sosyo-ekonomik analizlere girişmenin, felsefî/ sanatsal lâf ebeliklerine sıvanmanın anlamı da yok, gereği de. Yanından-yöresinden bir şeyler okuyanlar, târih biliminin uzağına-yakınına azıcık merak sardıranlar, politik konularla ilgilenenleri öcü gibi görmeyenler, olup bitenlerin zembereğinin farkındalar. Hepsi bir yana, 12 Eylül 1980’den bugüne, düşünen ve irdeleyen insanlara, bilim-sanat-felsefe yollarında yürüyenlere, duyarlıklıya/ doğrucuya/ nâmusluya/ sevdalıya revâ görülen sistematik zulümler ve bu zulüm sam yellerinin yakıcılığı/ yıkıcılığı göz önüne getirilse, birçok “karakutu"nun şifresi çözülür, kodları teker teker ifşâ edilir. Biz bu karanlığa nasıl tosla(tıl)dık, sorusunun karşılığı, burada düğümlü: 12 Eylül faşizmi’nin ektiği zehirli tohumların kötülüğünde.
780576 kilometrekarelik bir sahnede sergilenen bu "toplu-kırımlar tragedyası"nın en darbedar, en kıdemli yönetmeni, sürü psikolojisinin kahhar yıkımlarıyla sersemletilmiş yığınlara “bunları asmayalım da besleyelim mi?” diye heyheylendiğinde ve "kolektivist bir orgazm"ın ölümperest karanlığında şehvetlenen kavruk kalabalıklardan “asalııım!” yanıtını aldığında, “birini sevmek” katlediliyordu elbirliğiyle. Birini sevmek duygusunun kökleri kurutulamazsa, maazallah, “birini sevmek halkaları” birbirine eklene-birleşe, “birbirimizi sevmek evrenselliği”nin zincirini oluştururdu sonra! Bağışlanır bir suç mudur?
Hâyır efendim, sevmeyecektiniz/ sevilmeyecektiniz. Dünya değişiyordu. Romantikliğin, devrimci/ devindirici hülyâlara dalmanın, şiirsel yaşamanın, felsefî kavrayışlı, sanatsal desenli düşünmelerin köküne kibrit suyu dökülmeliydi. Öyle dönemler, bir daha açılmamak üzere kapanmıştı. Duygulanmak da neymiş, bir ırmağın kıyısında yıldızlara bakıp bakıp hüzünlenmek de ne? Siz, daha çok kazanmaya, para-mal-eşyâ yığmaya, çılgıncasına tüketmeye (ve tükenmeye) baksanıza! Şu üç günlük ömrünüzü, derin derin düşlere/ düşünlere dalmakla mı yiyip bitireceksiniz? Yazık değil miydi ha! Aklınızı (evet evet, aklınızı) başınıza toplayın. Toplamazsınız, Akılcı batı uygarlığı, sizi çizgiye çekmesini bilir yoksa! Yeni Dünya Düzeni (YDD)’nin “yükselen değerleri”ne tutuna tutuna ALÇALMALISINIZ! Mesaj, böylesine şeffaf, emir demiri kesercesine, böylesine tepeden inmecidir işte! Neo-Zeus ABD'nin global-emperyalist-faşist ırasından referanslıdır bu tâlimnâme. “Bizim çocuklar başardı”nın başka îzahı yok. Direniş şarkılarına sarılmanın vaktidir diyerek, insanca isyanlarınızı yeşertmeye mi durdunuz, bir nisan sabahında; cayır cayır yakarlar alimallah!
Şurda TV kanal(izasyon)ları işte, şurda da video kasetler! Buzdolabınız, çamaşır makineniz, fakslarınız, bilgisayar disketleriniz, otomatik açılır-kapanır konforlu arabalarınız, Avrupai bir zevkle döşenmiş mekânlarınız.. hepsi hepsi şurda, istediğinizde erişeceğiniz kadar yakınınızda/ yanınızda işte. Ye iç, yat uyu, “gündüz işle, gece şişle”! Kullan kullan, at gitsin! Başka nedir ki hayat!
Şu Aziz Nesin’e de dersini vermeli artık. Madımak’ta yakamadılar dinsiz herifi! Bunak herif! İktidarsız, n’olacak! İnsan kütlelerini, sevgi mevgi numaralarıyla, çağdaş dünya değerlerinden soğutacak aklınca, komplekslerinden arınacak! Ne dedirtiyordu öykü kişisine: "Benim işim Tülsü’yü sevmek…" Hadi ordan sen de! Bırak bunları da, Sivas’tan sağ çıktığına şükret!(x)
(1): Tülsü’yü Sevmek, Yetmiş Yaşım Merhaba, Aziz Nesin, Adam yay, 1989, 5. basım.
(2): Zülfü Livaneli’nin "Diktatör ve Palyaço" adlı kitabında geçen bir niteleme. Epey oldu okuyalı. Orta-zekâlılığın nice zavallılık olduğu vurgulanıyordu kitapta, belleğime işlemiş.
(x): Aziz Nesin, milyarlarca insanın hiçbir şey okumadan/ hiç kimseyi sevmeden geçtiği bu dünyadan, 1995’te, ardında yüzlerce kitap ve kitaplaşmaya hazır yüzlerce dosya bırakarak, kalp sektesinden ve sevdasıyla ölür, bildiğiniz gibi.

