top of page

Bünyamin DURALİ

“Bu kez incelik olsun diye sözü açmak gereğini duyarak, ne iş yaptığını sordum.-Tülsü’yü seviyorum, dedi. Sorumu yanlış anlamış olmalıydı. İşinizi sormuştum, dedim.-Ben de söyledim, dedi, benim işim Tülsü’yü sevmek…”

Aziz Nesin’in bir öyküsünde (1) geçiyor yukarıdaki diyalog. Adama soruyorlar: Ne iş yaparsınız, diye. O da cevaplıyor: Tülsü’yü seviyorum. Soran kişi şaşırıyor hâliyle (Birini sevmek, iş midir ki?) Yineliyor: İşinizi sormuştum. Gâyet güvenli bir cevap tekrar: Ben de söyledim, benim işim Tülsü’yü sevmek…

    

O öyküdeki konuşma akışını alınız, gündelik yaşamınıza taşıyınız bakalım. Ne dur-duraksız  tepkilerle karşılaşacaksınız kimbilir. Size işinizi sorduklarında, yüreğiniz yetiyorsa/ elveriyorsa, “sevdalanmaktan başka işte çalışamam ben…” deyin de, görün bir, soranda bed-beniz kalıyor mu? Eşekten düşmüş karpuza dönmüyor mu o kişinin suratı, deneyin. Orada kalsa iyi. “Avanak herif, sana işini soruyorum, kimi sevdiğini değil” tarzında kükreyerek, hakarete bile yeltenebilir bazıları. “Canımın içi, birini sevmek iş değil mi?” demeye kalkışmayın sakın, dünyanın kaç bucak olduğunu keşfettirirler sonra.

 

Size, işiniz nedir (iş dedikleri de: artı-değer üretmeye dayalı bir etkinlik olsa bâri, para kazanma ameliyesidir düpedüz; kazan da nasıl kazanırsan kazan!) diye sorarlarsa; tüccarım, talkşovcuyum, mühendisim, simitçiyim, aşçıyım, öğretmenim.. dahası: medyumum, tarot falcısıyım, topçuyum, popçuyum” deme hakkınızı sonuna değin kullanabilir; ne var, birini sevmeyi iş bellediğinizi dile getiremezsiniz. Böylesine nettir. Ben belki abartıyorum, meydan dayağı yemezsiniz, yüzünüzü-gözünüzü çarşamba çanağına çevirmeyebilirler; ama emîn olun ki, “Orta Zekâlılar Cenneti”(2)nin gılmanları ve hûrileri, yüzünüze acıyarak bakacaklardır en azından. Vah vah, iyileşemeyecek kertede üşütmüşsün sen, diyerek hem de. Bir bitimsiz ağlatı konusudur bu…

 

Peki, biz bu noktaya nasıl yuvarlandık? Başı-sonu belirsiz sosyo-ekonomik analizlere girişmenin, felsefî/ sanatsal lâf ebeliklerine sıvanmanın anlamı da yok, gereği de. Yanından-yöresinden bir şeyler okuyanlar, târih biliminin uzağına-yakınına azıcık merak sardıranlar, politik konularla ilgilenenleri öcü gibi görmeyenler, olup bitenlerin zembereğinin farkındalar. Hepsi bir yana, 12 Eylül 1980’den bugüne, düşünen ve irdeleyen insanlara, bilim-sanat-felsefe yollarında yürüyenlere, duyarlıklıya/ doğrucuya/ nâmusluya/ sevdalıya revâ görülen sistematik zulümler ve bu zulüm sam yellerinin yakıcılığı/ yıkıcılığı göz önüne getirilse, birçok “karakutu"nun şifresi çözülür, kodları teker teker ifşâ edilir. Biz bu karanlığa nasıl tosla(tıl)dık, sorusunun karşılığı, burada düğümlü: 12 Eylül faşizmi’nin ektiği zehirli tohumların kötülüğünde.

 

780576 kilometrekarelik bir sahnede sergilenen bu "toplu-kırımlar tragedyası"nın en darbedar, en kıdemli yönetmeni, sürü psikolojisinin kahhar yıkımlarıyla sersemletilmiş yığınlara “bunları asmayalım da besleyelim mi?” diye heyheylendiğinde ve "kolektivist bir orgazm"ın ölümperest karanlığında şehvetlenen kavruk kalabalıklardan “asalııım!” yanıtını aldığında, “birini sevmek” katlediliyordu elbirliğiyle. Birini sevmek duygusunun kökleri kurutulamazsa, maazallah, “birini sevmek halkaları” birbirine eklene-birleşe, “birbirimizi sevmek evrenselliği”nin zincirini oluştururdu sonra! Bağışlanır bir suç mudur?

 

Hâyır efendim, sevmeyecektiniz/ sevilmeyecektiniz. Dünya değişiyordu. Romantikliğin, devrimci/ devindirici hülyâlara dalmanın, şiirsel yaşamanın, felsefî  kavrayışlı, sanatsal desenli düşünmelerin köküne kibrit suyu dökülmeliydi. Öyle dönemler, bir daha açılmamak üzere kapanmıştı. Duygulanmak da neymiş, bir ırmağın kıyısında yıldızlara bakıp bakıp hüzünlenmek de ne? Siz, daha çok kazanmaya, para-mal-eşyâ yığmaya, çılgıncasına tüketmeye (ve tükenmeye) baksanıza! Şu üç günlük ömrünüzü, derin derin düşlere/ düşünlere dalmakla mı yiyip bitireceksiniz? Yazık değil miydi ha! Aklınızı (evet evet, aklınızı) başınıza toplayın. Toplamazsınız, Akılcı batı uygarlığı, sizi çizgiye çekmesini bilir yoksa! Yeni Dünya Düzeni (YDD)’nin “yükselen değerleri”ne tutuna tutuna ALÇALMALISINIZ! Mesaj, böylesine şeffaf, emir demiri kesercesine, böylesine tepeden inmecidir işte! Neo-Zeus ABD'nin global-emperyalist-faşist ırasından referanslıdır bu tâlimnâme. “Bizim çocuklar başardı”nın başka îzahı yok. Direniş şarkılarına sarılmanın vaktidir diyerek, insanca isyanlarınızı yeşertmeye mi durdunuz, bir nisan sabahında; cayır cayır yakarlar alimallah!

 

Şurda TV kanal(izasyon)ları işte, şurda da video kasetler! Buzdolabınız, çamaşır makineniz, fakslarınız, bilgisayar disketleriniz, otomatik açılır-kapanır konforlu arabalarınız, Avrupai bir zevkle döşenmiş mekânlarınız.. hepsi hepsi şurda, istediğinizde erişeceğiniz kadar yakınınızda/ yanınızda işte. Ye iç, yat uyu, “gündüz işle, gece şişle”! Kullan kullan, at gitsin! Başka nedir ki hayat!

 

Şu Aziz Nesin’e de dersini vermeli artık. Madımak’ta yakamadılar dinsiz herifi! Bunak herif! İktidarsız, n’olacak! İnsan kütlelerini, sevgi mevgi numaralarıyla, çağdaş dünya değerlerinden soğutacak aklınca, komplekslerinden arınacak! Ne dedirtiyordu öykü kişisine: "Benim işim Tülsü’yü sevmek…" Hadi ordan sen de! Bırak bunları da, Sivas’tan sağ çıktığına şükret!(x)

 

(1): Tülsü’yü Sevmek, Yetmiş Yaşım Merhaba, Aziz Nesin, Adam yay, 1989, 5. basım.

(2): Zülfü Livaneli’nin "Diktatör ve Palyaço" adlı kitabında geçen bir niteleme. Epey oldu okuyalı. Orta-zekâlılığın nice zavallılık olduğu vurgulanıyordu kitapta, belleğime işlemiş.

(x): Aziz Nesin, milyarlarca insanın hiçbir şey okumadan/ hiç kimseyi sevmeden geçtiği bu dünyadan, 1995’te, ardında yüzlerce kitap ve kitaplaşmaya hazır yüzlerce dosya bırakarak, kalp sektesinden ve sevdasıyla ölür, bildiğiniz gibi.

 

 -82.jpg
Flickr.jpg

"TÜLSÜ'YÜ SEVMEK" BAŞLIBAŞINA BİR İŞTİR OYSA*

bottom of page