top of page

Poetik Okumalar

Bünyamin DURALİ

 -122.jpg

Poetik Notlar

1.

Ölüm tadında öfkeli bir acıyla boğularak klavyeye dokunuyorum. Daha nasıl sertleştirebilirim sözcükleri şimdilik bilmiyorum. Ben, ölüm tadındaki öfkeli acıyla kıvranırken, cehennemin nerede olduğu sorusunu size yöneltiyorum, lütfen sorma cüretimi bağışlamayın!.. Düşünmek için zahmet de etmeyin, çünkü yanıtını hemen vereceğim. Sizin de bildiğiniz gibi biz, hiçbir zaman düşünmeyiz, çünkü düşünme eylemini bilmeyiz. Sürekli konuşuruz ama asla dinlemeyiz, dinlemediğimiz için de anlamayız. Bir susabilsek, susmayı bir öğrenebilsek!.. Belki her şey bir anda değişmeyecek, ama bir şey değişecek. Bizim adımıza karar vericileri tanıyacağız. Bu kadar korkunç şeyleri nasıl yaptığımızı sorgulamanın yolunu açacağız.

Bir süre susalım, olanı biteni izleyip dinleyelim. Dehşete düşeceğimizden eminim. Çünkü hepimiz, bu cehennemin sürüp gitmesi için çabalıyoruz. Kendimizden kaçmak için sürekli konuşuyoruz. Var olmak, görünür olmak için devamlı kendimizi aynada görmek istiyoruz. Hayatımızda kötüye giden, olumsuz bulduğumuz, ya da istemediğimiz her şeyi, düşünmeyi ve eyleme geçmeyi reddettiğimiz için yaşıyoruz. Gücümüzün ve değerimizin farkında bile değiliz.

Cehennem için, yerin yedi kat altında diyorlar ya siz onlara inanmayın, her zaman yaptıkları gibi gene yalan söylüyorlar, korku salıyorlar. Bilirsiniz; korku, sinerek ya da yalan söyleyerek yaşamayı öğretir. Yalan söylemek kötü bir eylemdir, ama daha kötüsü yalan söylemeyi öğretmektir. Biz yılmadan, usanmadan birbirimize yalan söylemeyi öğretiyoruz.

Birbirimize hakaret ederken cehennemin dibine kadar yolun var diyoruz ya aslında uzağa gitmeye gerek yok. Cehennemin dibi, nefsimizde, cehennemin dibi, bizi yöneten hücrelerimizde. Cehennem tam da beynimizin ortasında, çocukları, kadınları, hayvanları, bitkileri yakıp, yıkıp, yok ediyor, geride ise, ah’lar vah’lar ve tüh’le sarmalanmış acı bir toprak, bol gözyaşı ve parlayıp sönen bir öfke bırakıyor.

Dipsiz ve kıyısız bir kuyu gibi kapkara, yoz düşüncelerimiz, duygularımız, törelerimiz, hurafelerimiz, gelenek ve göreneklerimiz ile akıl, bilim ve vicdanla uyuşmayan, uydurulmuş metinlerle, Narin’i, Narin’den önce öldürülenleri ve Narin’den sonra öldürülecekleri uçurumlara doğru bıkmadan usanmadan sürüklüyoruz. Derin ve yıldızsız bir gece gibi siyah ve kasvetli gözlerimizle birbirimizin yüzüne bakarken utanmıyoruz. Utanç duymuyoruz. Sahi biz ne zamandan beri bu kadar haysiyetsiz olduk?..

Meksika’da Meksikalı biri ölünce ardından üç şey söylenir: “Çirkindi, kötüydü, haysiyetliydi.” Meksikalılar bizim için sanırım şöyle derlerdi: “Çirkindi, kötüydü, haysiyetsizdi.”

Hepimizin bildiği gibi çocuklar, dünyayı hayalleriyle içlerinde taşırlar. Bütün düşleri, o dünyanın masumiyeti içinde serpilip gelişir.  Dünyanın üzerinde gezinir, ülkelerin haritalardaki yerlerini değiştirir, sınırları kaldırırlar. Bunları yaparken neşe içinde ve masumiyetle gülerler. Bu duyguyu çocuklar gibi hayal kuramayanlar anlayamaz. Bütün mevsimlerde ve duygularda çocuk olmak ve o çocuksu saf sevinci duymak; yaşamı delicesine yaşamak, yalnızca çocukların hayalleriyle yaptığı devrimci bir eylemdir.

Çocukların gözlerindeki saf sevinci öldüren haysiyetsizler ise, bu dünyada kendilerine diktatör, reis, şef, efendi, köle, katil, aziz ve tecavüzcü yaratmakla meşguldür.

Yaşamaya çalıştığımız bu karanlık dünyada, bir çocuğun öldürülüşünü bir tümceyle, masumiyeti bir çığlıkla öğrenir olduk. O çığlığın içinde saklı duran Narin’in ve Narin’den önce öldürülenlerin yüzleri, o yüzlere bakanları ne kadar tedirgin ediyordu, ne kadar utandırıyordu?.. İçimizde bunu bilen var mı?.. Tedirgin olanlar ve utananlar,  topyekûn itaatte kusur etmediğimiz makineleri parmakla kaydırarak arkasından üzüntülerini öyle cesaretle haykırıyorlardı ki, sanki bu topraklarda daha önce hiçbir çocuk öldürülüp, tecavüze uğramamıştı. Bu cesaret, küçük bir balonun şişirilip sonra da patlaması kadar bir zaman diliminde hızla yok olup bitiyordu. Çünkü balon gibi içi boş ve koftu.

Söylediklerimi sakın affetmeyin!.. Suçluyuz, kötüyüz, çirkiniz, yalancıyız, birkaç yüzlüyüz, sahtekâr, haysiyetsiz ve ahlâksızız. Ego mastürbasyonu yapan bir toplumuz. Bu toplumdan vicdan çıkar mı?.. Umudumu, her şeye rağmen korumaya uğraşsam da gün be gün biraz daha boynunu büküp çürüdüğünü fark ediyorum.

Bir çocuğu büyütmek, bir insanı, bir toplumu büyütmektir. İnsanın, cennetini ve cehennemini büyütmektir. Biz, çocukların cennetini değil de cehennemini büyütüyoruz. Eğer cennetini büyütseydik, toplumun haysiyetli gelişimini sağlardık. Yaşamımız, karanlığa, bataklığa,  hurafeye değil, umuda doğru yürürdü.

Hayatımızı nelerin, kimlerin, yönettiğini, bizim adımıza kimlerin düşünüp karar verdiğini, o kararların hangi karanlık gölgeler altında alındığını biliyor muyuz?..

Renkli camda diziler izlenirken havada bir sinek bile uçmaz oldu. Dizilerin ninnileriyle uyuyoruz, çünkü hikâyeleri seviyoruz. Öyle ya perde kapanınca hikâye bitiyor. Hayatı da artık bir hikâye gibi yaşıyoruz. Bütün olumsuzluklara, çocukların, hayvanların, kadınların ve ağaçların öldürülmelerine hikâyeymiş gibi bakıyoruz. Renkli camda oluk oluk akan kanı izlerken leziz leziz yemeğimizi yiyoruz. Aldatılmayı seviyor, hatta aldatılmaya bayılıyoruz. Yoksa dünya bu kadar aldatılmayı seven beyinlerle dönmezdi.

Yeter artık! Çekelim ellerimizi! NARİN çocukların, kadınların, hayvanların ve ağaçların, bedeninden.  Bırakalım onları kendi dünyalarına; yaşamı, delicesine ve saf sevinçle yaşasınlar. Biz kendi haysiyetsizliğimizin batağında çürümeye devam edelim.

 

2

Günümüzün vasat/ vasat-altı şiir anlayışı, “doğal dünya”nın, başka bir deyişle “verili dünya”nın/ “real dünya”nın varlığından bir türlü kopamıyor. Kopamadığı için de, estetik gerçekliğin “tinsel/ ideal dünya”sını gerçekleştiremiyor. Diyelim, “doğadaki güneş”ten “imgesel bir güneş” üretemiyor. Üretemeyince de, doğadaki güneşin yaydığı sıcaklığı şiir zannettiği metnine olduğu gibi taşıyor. Doğa’nın hiçbir  sezgisel/ zihinsel değişime ve dönüşüme uğratılmadan, kopyala-yapıştır yöntemiyle mekanik biçimde çoğaltılmasıdır bu.

Dediklerimi, Moissej Kagan’dan bir alıntıyla perçinlemek istiyorum:

“İdeal bir ilişki içinde olmaksızın, gerçek dünya estetiksel hiçbir değer taşımaz. İçinde fiziksel, kimyasal ve biyolojik yasaların döndüğü gerçek maddi dünya olarak kalır; hayvanlarla insanlar tarafından duyusal olarak algılanadurur.” (Moissej Kagan, Güzellik Bilimi Olarak Estetik ve Sanat, s. 83, İstanbul, 1982.)

Abartı sayılmasın: Yüz şiirden handiyse 95’i böyle yazılıyor. “Duyusal olarak algılanan”ın mengenesinde sıkış(tırıl)mış bir kısırlık ki, o kadar olur. İnternette ve sanat-edebiyat dergilerinde, hattâ kitaplaşmış ürünlerin ürkünç çoğunluğunda gördüğümüz bu kanserleşmiş zâfiyetin üstüne bir an önce gidilmezse, müteşair yığınlarının ve onların şiir-dışı yazıntılarının geometrik bir hızla artmasının önüne kimse geçemeyecek.

3.

 

Oğuz Demiralp; İsviçreli romancı Robert Walser’den söz açtığı bir yazısında, onun kişilik özelliklerinin belirgin çizgilerini şöyle betimler:

“Walser’in bazı sözlerine bakılırsa, toplumsal başarıyı, toplum içinde yükselmeyi istememiş, giderek değillemiş bir kişidir o. (…)  Bir türlü bağdaşamadığı insanların dünyasına, giderek kendi dünyasına kızgınlıkla bakmak yerine bağışlayıcı bir alaycılığı yeğlemiş gibidir.” (Okuya Yaza Geçiyor Ömür, Bitmiyor Kitap; Yapı Kredi Yayınları, s. 220-221, 1. Baskı, İstanbul, Mart 2014)

Demiralp’in, Walser’e ilişkin bu dedikleri, bana, tam ters bir doğrultuda, başarılı ol(a)masalar da başarılı görünmek için o yarışmadan bu yarışmaya koştururken kasıkları çatlayan kimi şairleri/ yazarları anımsattı. Edebiyat kanonunun merdivenlerini bitimsiz tutkularla tırmanışlarındaki, ne pahasına olursa olsun “yükselme aşkı”nı. Şiirlerini yazılarını, anamalcı (kapitalist) piyasa/ pazar mantığının yarıştırmacı kurallarına uygun bir biçimde, “ticâri bir obje” derekesine indirmekten zerre miskali utanmayışlarını. Üstelik, bunları yaparken, kendilerini ilerici, devrimci, toplumcu-gerçekçi, muhâlif vd. özgül ağırlığı yüksek kültürel-toplumsal kavramlarla nitelemekten kaçınmayışlarını.

1980’lerin başından bu yana edebiyatla yoğun olarak ilgiliyim. Sanat-edebiyat yapıtlarının yarıştırılmasına, dolayısıyla da şairlerin yazarların vuruşturulmasına, poetik-estetik gerekçelerini de ortaya koyarak karşı çıkan şu dört isimden başka kimse gelmiyor aklıma: Oktay Taftalı, Cihan Oğuz, Cengiz Gündoğdu, Taylan Kara. (Anımsayamadıklarım varsa beni bağışlasınlar.) Bu içler acısı manzara, bizim anlı-şanlı şair yazar takımlarımızın yüz karasıdır.

Şair, yazar dediğimiz özne, Demiralp’in Walser’i tanımlayışındaki gibi “toplumsal başarıyı, toplum içinde yükselmeyi istememiş, giderek değilleyebilen kişi” olmalıdır oysa. Kurulu düzenlerle bağdaşmazlığı etik bir ilke olarak iliklerine değin sindirmiş kişi. Öteki türlüsü, birtakım alımlı sözler söylemekten, bol bol retorik yapmaktan öteye gidememekten başka bir şey değildir. Bugün yaşadığımız tastamam budur.

Bünyamin Durali

 

 

 

Orhan Alkaya, şiirin(in) haysiyetine toz kondurtmayan şairlerden. Öyle bol bulamaç ortalıklarda seğirtmez. Şiirini hiçbir zaman bir reklâm nesnesi olarak kullanmamıştır. Şu ay şu dergide, bu ay bu dergide göründüm, diye sanal ortamlarda caka satmaz. Şiirin temelde tinsel/ ideal bir varoluşsal (ontolojik) etkinlik olduğunu bilir. Şiirinin gözeneklerinde toplumsalla bireysel birlikte nefes alır. Salt şiir yazmakla kalmaz, şiirin meseleleri üstüne derin derin düşünür de. Bir kültür taşıyıcısı olarak dil’in şiirdeki işlevsel ağırlığına özel bir önem verir, kendine vergi bir değer yükler. Bir söyleşisindeki şu dediklerine değgin ne denli kafa patlatsak, ne denli düşünsel açılımlar getirsek azdır:

“Bir şeye sorun dediğinizde anlayacağınız şeyle, mesele dediğinizde anlayacağınız şey aynı değildir. Mesele kelimesinde sayısız akraba vardır, öbüründe yoktur. Dili kullanma biçimim eleştirilmişti. Mesela daha ilk zamanlarımdı, henüz şiir yayınlamamıştım, Akif Kurtuluş’un ısrarıyla Ankara’da Türk Dil Kurumu’na gitmiştik. Çok da sevdiğim Ali Püsküllüoğlu’na iki şiir verdim, okudu, şu iki kelimeyi değiştir, bu sayı basayım dergide dedi. Ayağa kalktım, şiirleri geri aldım ve teşekkür ettim. Kelime benim haysiyetim.”

Oldu olacak, bir de okumaya doyamadığım, okudukça derinleşen tatlar aldığım bir şiirini sunayım:

“DÜNYANIN EN GÜZEL DÖNÜŞÜ

ölümün uzun atları götürürdü şairi

sonsuzluğun rahmine; hüznün gölgesini silerken

kendi ateşiyle dans eder gece

sarhoş bir rüzgar genişletiyor yangını

tek heceli yılgıların uçsuz güzelliğinde

alnını en son bulutun kıyısına yerleştirmiş

yitirişin kaynağına sızıyor usulca

ve ardından binlerce dize aktı toprağın gergefine

yeryüzüne erimiş insan hem var hem yoktur daima

ölmek en uzun şiirdi ölümü bilene”

Orhan Alkaya’nın bize dayatılan/ belletilen yargılarla ısrarla hesaplaşan örnek tutumuna saygılarla, sevgilerle…

 

bottom of page