top of page

Kadın, Edebiyat ve Özgürlük

Erinç BÜYÜKAŞIK

Kadın mücadelesi, yalnızca siyasi ve ekonomik alanlarla sınırlı kalmamış, kültürel, sanatsal ve edebi sahalarda da derin yarıklar açarak ilerlemiştir. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü, bir kutlamanın çok ötesinde, tarihin en büyük ve örgütlü başkaldırılarından birinin yankılanan sesidir. Sanayileşme ile birlikte kadın emeği kapitalist sistemin karanlık çarkları arasında görünmez kılınırken, kadınlar ağır sömürü koşulları altında ezilmeye, yaşamlarını sürdürmeye zorlanmıştır. Ancak kadınlar, sadece ekonomik haklar için değil, politik ve kültürel eşitlik için de amansız bir direniş sergilemiştir. Kadın işçilerin isyanı, yalnızca fabrikaların duvarları arasında ve sendikaların toplantı salonlarında değil, aynı zamanda edebiyatın satır aralarında da yankılanarak gücünü göstermiştir.

Kadınlar için yazmak, sadece bir anlatı oluşturmak değil, toplumsal hafızaya kendi acı dolu öykülerini kazımak, eril tahakkümün boğucu karanlığına karşı dilin ve anlatının sarsılmaz kalesinden direnmekti. Simone de Beauvoir’in şu sözleri bu mücadelenin özünü çarpıcı bir şekilde ortaya koyar:

“Kadın doğulmaz, kadın olunur.” (İkinci Cinsiyet)

Bu cümle, toplumsal cinsiyetin toplumsal baskı ve dayatmalarla inşa edilmiş bir yapı olduğunu haykırır ve kadınların edebiyatta, sanatta, siyasette ve hayatın her alanında kimliklerini yeniden yaratma, varoluşlarını yeniden tanımlama mücadelesinin ne kadar önemli olduğunu vurgular. Kadınlar, edebiyatın kurallarını koyan eril zihniyetin dayattığı sınırları yıkarak, kendi tarihlerini ve kimliklerini yeniden yazmaya başladıklarında, bu sadece bir edebi hareket değil, aynı zamanda doğrudan politik bir eylem, bir başkaldırıydı.

Kadınların Yazıdan Dışlanışının Bin Yıllık Laneti

Kadınların edebiyat dünyasında dışlanmasının kökenleri, yazının icadına kadar uzanır. İlk yazılı metinlerin çoğu erkekler tarafından kaleme alınmış, kadınların deneyimleri, duyguları ve düşünceleri büyük ölçüde göz ardı edilmiştir. Hamurabi Kanunları ve Gılgamış Destanı gibi erken dönem metinlerde kadınlar, ya edilgen figürler ya da anlatının ilerlemesi için kullanılan birer araç olarak resmedilmiştir.

Orta Çağ boyunca kadınların yazı yazması yasaklanmış ya da ağır kısıtlamalara tabi tutulmuştur. Kadınlar, eğitimden mahrum bırakılarak yazılı kültürden dışlanmış, sesleri kısılmaya çalışılmıştır. Bu yüzden birçok kadın yazar, erkek takma adları kullanarak yazmak zorunda kalmış, gerçek kimliklerini gizlemek zorunda bırakılmıştır. Örneğin, Brontë kardeşler eserlerini Currer, Ellis ve Acton Bell takma adlarıyla yayımlamışlardır. George Eliot olarak bilinen Mary Ann Evans, kadın olduğu ortaya çıkarsa eserlerinin ciddiye alınmayacağını düşündüğü için bir erkek ismiyle yazmıştır. Osmanlı’da Fatma Aliye Hanım, ilk eserlerini “Bir Hanım” imzasıyla yayımlamıştır. Kadın yazarların bu şekilde yazmak zorunda bırakılması, edebiyatın erkek egemen yapısının ne kadar derin ve acımasız olduğunu gözler önüne sermektedir. Ancak bu kadınlar, sadece yazmakla kalmamış, aynı zamanda eril tahakkümün sınırlarını zorlamış ve edebiyatın içinde kendilerine yer açarak, gelecek nesillere ilham kaynağı olmuşlardır.

Kadın Mücadelesinin Örgütlü Gücü: 8 Mart’ın Arka Planı

Kadın mücadelesi, 19. yüzyıl ortalarında örgütlü bir yapı kazanarak güçlendi. 1864'te kurulan 1. Enternasyonal, kadın işçilerin örgütlenmesini destekledi. 1871 Paris Komünü'nde kadınlar, iş ve ekmek kadar politik eşitlik için de savaştılar. 1911'de Almanya, Avusturya, Danimarka ve İsviçre'de milyonlarca kadın, oy hakkı için yürüdü. 1912'de ABD'de 14 bin tekstil işçisi kadın, "Ekmek ve Gül" sloganıyla grev yaptı. 1917'de Rusya'da kadın işçilerin 8 Mart'taki grevi, Bolşevik Devrimi'nin kıvılcımını ateşledi. 1921'de 8 Mart, Uluslararası Kadınlar Günü ilan edilerek evrenselleşti. Kadın mücadelesi, farklı akımlar ve yönelimlerle çeşitlenerek günümüze kadar sürdü."

Kadın mücadelesi, edebiyatı da derinden etkileyerek dönüştürmüştür. Kadınlar, sadece politik ve ekonomik alanlarda değil, aynı zamanda sanatta ve edebiyatta da kendilerini ifade edebilmek, seslerini duyurabilmek için mücadele etmişlerdir. Kadın yazarlar, erkek egemen edebiyatın katı kurallarını yıkarak, yeni bir anlatı dili yaratmış ve edebiyata yeni bir soluk getirmişlerdir.

Kadın Yazarların Direnişi: Yeni Bir Anlatı Biçimi

Halide Edib Adıvar, Ateşten Gömlek’te, sadece erkeklerin kahraman olarak resmedildiği bir savaş anlatısını tersine çevirerek, savaşan, karar veren ve liderlik eden güçlü bir kadın figürü yaratmıştır:

“Biz kadınlar, hep mukadderatın kurbanlarıyız. İntikam almak için değil, bizden sonrakiler için savaşmalıyız.”

Sevgi Soysal, Tante Rosa’da, toplumsal normların dışına çıkan, sınırları zorlayan bir kadın figürü çizerek, özgürlük arayışındaki bireyin trajik ve dokunaklı öyküsünü anlatmıştır:

“İnsan neden korkar, biliyor musun? Kendisi olmaktan.”

Adalet Ağaoğlu, Ölmeye Yatmak’ta modernleşme sürecinin kadın bedeni ve kimliği üzerindeki tahakkümünü cesurca sorgulamış ve eleştirmiştir:

“Geçmişime bakıyorum, hep birileri tarafından çizilmiş yollar, belirlenmiş duraklar… Özgürlük bu değil, olmamalı.”

Tezer Özlü, Yaşamın Ucuna Yolculuk’ta geleneksel roman kalıplarını reddederek, kadının kendi iç dünyasına yaptığı yolculuğu, ruhsal arayışını ve varoluş sancısını çarpıcı bir şekilde anlatmıştır:

“Bütün kadınlar gibi ben de, başkalarının yazdığı cümleleri tekrarlamakla büyüdüm. Kendi cümlelerimi kurana kadar öldüm.”

Latife Tekin, Sevgili Arsız Ölüm’de büyülü gerçekçiliğin olanaklarını kullanarak kadınların toplumsal deneyimini görünür kılmış, ezber bozan bir anlatım yaratmıştır:

“Kadınlar susar. Susmazsa kimse duymaz. Duyanlar da unutmak için duyar.”

Kadın Mücadelesi ve Edebiyatın Ölümsüz Mirası

Bugün feminist edebiyat, sadece kadınların yaşadığı sorunları anlatan bir tür olmaktan çıkarak, kadınların kendi anlatılarını, deneyimlerini ve tarihlerine sahip çıkmalarını sağlayan bir özgürlük alanı haline gelmiştir. Feminist edebiyat, aynı zamanda edebiyatın erkek egemen yapısını, kadın karakterlerin basmakalıp temsillerini, dilin cinsiyetçi yapısını ve anlatı tekniklerini eleştiren güçlü bir söylem olarak varlığını sürdürmektedir.

Kadınlar, sadece edebiyatın nesnesi olmaktan çıkıp, onun öznesi, yaratıcısı ve dönüştürücüsü haline geldiğinde, dilin ve anlatının da değişeceğini, dönüşeceğini biliyorlar. Kadın yazarlar, eril anlatıyı reddederek, kendi özgür ve özgün seslerini, kendi dillerini, kendi hikâyelerini yarattıklarında, sadece edebiyatı değil, dünyayı da değiştiriyorlar.

“Yazının içinde bir yol var. O yolu bulana kadar hiçbir şey gerçekten bizim değildir.” (Kadının Adı Yok)

Kadınlar yazmaya devam ettikçe, dünya da değişmeye, dönüşmeye ve hakiki anlamda özgürleşmeye devam edecek.

bottom of page